Nergis Kalkan
Dolce Paganne’nin ilk solo sergisi “Hiçbir Yere Ait”, 20 Kasım-20 Aralık 2025 tarihleri arasında x-ist’te ziyaretçilerini bekliyor. “Hiçbir Yer”in temeli, aidiyetin coğrafi bir yerden çok zihinsel bir hâl olabileceği fikrine, köksüzlük hissine ve kişinin kendi iç mekânına yönelen bir bakışa dayanıyor.

Sergide, izleyicinin sürece dahli ve sanatçının bu atmosferi yaratırken seçtiği teknikler öne çıkıyor. Dolce Paganne, ilk solo sergisine ilişkin yaptığı açıklamada, “Çatlaklar hepimizde var, hayatın kendisinde var. Ben sadece onları görünür kılan bir ışık yaktığımı düşünüyorum” diyor…
“Hiçbir Yere Ait” teması, ilk solo serginiz için nasıl bir başlangıç noktası oldu? Bu sergi, önceki üretimlerinizden hangi açılardan ayrışıyor?
Bence mükemmel bir başlangıç, ilk solo sergimin bugüne dek yapmış olduğum çalışmaların genel aurasını bütünüyle yansıtan bir temele oturmasını istedim ve o yüzden bu akıntınım içinde kendimi tamamen serbest bıraktım. “Hiçbir Yer”, gündelik hayatın ağırlığından kaçtığım metafizik mekanın adı. Yani bir başka deyişle, sanat pratiğimin ta kendisi.
Keskin bir ayrışma yok, bu iş benim için kendimi bildim bileli devam eden ve devam edecek bir süreç. “Hiçbir Yere Ait”, bu yolculuk içinde bir olgunlaşma ve bir farkındalık evresi oldu diyebilirim; sanat pratiğimin nihayet ismini koyabildiğim bir evre.
“Hiçbir Yere Ait” evrenini köksüzlük, aidiyet gibi kavramlarla beraber anıyorsunuz ve izleyicinin tamamlayıcı rolünün işleriniz için önemli olduğu görülüyor. İzleyicinin bu kavramlarla nasıl bir ilişki kurmasını istersiniz?
Ben kompozisyonlarımı bir enigmayı kurgular gibi inşa etmeyi seviyorum. Bu benim iş sürecimin en vakit ve enerji alan kısmını oluşturuyor aslında. Düalizmi bir işin mayasına katamazsam eğer o iş bana eksik izlenimi veriyor. Aidiyetsizlik hissi de uzun zamandır benimle birlikte varolan bir kavram ve benim şu anda bu işi yapıyor olmanın ana sebebi. İzleyicinin kavramlarla nasıl ilişki kuracağı ise konusunda benim hiçbir hükmüm yok açıkçası. Bence herkes farklı bir ilişki kuracaktır, kimisi sever, kimisi itici bulabilir, kimisi ise bir sırrı çözdüğüne kanâat getirebilir. Benim misyonum sadece onların önüne ‘enigma’yı koymak. Gerisi izleyiciye ait. İşin güzelliği de bence burada.
Aidiyeti “coğrafi bir yer değil, zihinsel bir durum” olarak niteliyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Sizin tanımladığınız aidiyet kavramı ile doğa, beden ve zihin arasında nasıl bir bağlantı var?
Kesinlikle coğrafi bir yer olmadığına karar verdim. İstanbul Beyoğlu’nda doğdum ve büyüdüm, kendimi senelerce buraya ait hissettim. Cahit Külebi’nin de o ünlü dizelerindeki gibi: “Sonra âlem değişiverdi, ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.”
6-7 sene kadar yurtdışında, Belçika’da yaşadım. Önce, “Burası bir başkaymış, tam bana göre” dedim. Sonra, kendimi kökü yer değiştirilmiş az güneş alan bitki gibi hissettim. Hayır, ben buraya da ait değildim. Sanırım en çok o dönemde kendimi çizmeye ve resim yapmaya kaptırmaya başladım. O yüzden, bu eylem ve bu zihin düzeyi benim ait olduğum yer.
Çalışmalarınızda sıklıkla kadınları ve kız çocukları görüyoruz. Bu figürlerin üretimlerinizdeki ağırlığı hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Oldukça ağırlıklı olduğunu ben de fark ediyorum ama bunu özellikle yapmıyorum. Belki de her biri kendi ruh hali, bir röntgeni niteliğinde olduğu için böyle tercih ediyorum.
“Zamanın askıya alındığı bir eşik mekândan” söz ediyorsunuz. Bu eşik mekânı nasıl tanımlıyorsunuz?
Benim için ‘eşik mekân’, zaman olgusunu çatlatıp geriye sadece varoluşsal titreşimlerin kaldığı metafizik bir alan. Oradayken ne tamamen hayatın içinde, ne de dışında sayılırım; ikisinin arasında nefes alan bir çatlak bir yara gibi. Bu eşikte, masumiyetle şeytanı aynı bedendedir, güzellik kendini en karanlık gölgelerin altından gösterir; yaşam ve ölüm birbirini teğet geçer. Benim çalışmalarım o sınırın çizgisinde gerçekleşir çünkü orası hem kaçış hem de yüzleşme mekânıdır benim için.
İzleyiciyi “kendi içindeki çatlaklara bakmaya” davet ediyorsunuz. Bu davet sizce herkes için güvenli mi? Yoksa rahatsızlık da bu deneyimin parçası mı?
Kimileri için rahatsız edici bir deneyim olabilir elbette ancak aynada kendine bakmak kadar tehlikelidir diyebilirim. Çatlaklar hepimizde var, hayatın kendisinde var. Ben sadece onları görünür kılan bir ışık yaktığımı düşünüyorum.
Kullandığınız malzemeler arasında “kağıt üzerine kuru boya, toz pastel ve toz pigment” yer alıyor. Bu tercihlerin bir sebebi var mı?
Bu benim zaman içinde geliştirdiğim bir teknik. “Pigment füzyon” adını verdim bu tekniğe. Kalemlerle kendimi ifade ederken çok rahat hissederim. Bütün kreatif alanların annesi gibi gelir bana çizim yapmak. Ancak masif renk geçişli gölge-ışık alanlarında da oldukça zorlayan bir malzemedir kalem, “Büyük fırça darbeleriyle nasıl verebilirim ben bu alanları?” derken pek çok malzeme denedim. Akrilik, yağlı boya, sulu boya… Ve bunları kuru boyalarla harmanlayan işler de yaptım ancak bana göre hepsi bir noktada çuvalladı. Kimisinde ışık farklı yerlerde kırıldı, kimisi kalemleri üstüne kabul etmedi, doku anlaşmazlıkları yaşadılar…
Kullandığım yağ bazlı ‘lightfast’ kalemlerle en iyi anlaşan fırçayla uygulayabileceğim boyayı, yani ‘kuru boyanın’ sıvılaşmış halini üretebilmek için pigment oranı en yüksek en saf toz pasteller ve doğrudan toz pigmentleri ezerek çözücü resim malzemeleriyle karıştırdım ve benim için ideal olan bir şeyler buldum. Bu konudaki deneylerim hâlâ sürüyor. Boya kimyası oldukça ilgimi çeken bir konu. Sanat malzemesi dükkanları da sanırım en favori mekânlarım 🙂
Bu sergiyi şekillendirirken etkilendiğiniz sanatçılar oldu mu? Sergi özelinde ya da genel üretiminizde, kendinizi yakın hissettiğiniz sanatçılar var mı?
Bu sergiyi oluştururken tek bir sanatçıdan değil de, hayat yolculuğum boyunca karşıma çıkan farklı alanlardan birçok sanatçının kurguladığı dünyalardan etkilendiğimi söyleyebilirim.
Edebiyatta Dostoveyski, Milan Kundera, Borges, Paul Auster gibi yazarların özellikle gerçeklik ve bilinçüstü arasındaki geçirgen zeminde kurguladıkları dünyalar… Beyazperdede ise resimsel, ritüelistik rüya benzeri sahneleri ve rahatsız derecede insani hikaye kurgularıyla Fellini, Stanley Kubrick, David Lynch, Atıf Yılmaz, Tarkovsky gibi birçok ilham verici yönetmen benim için referans oldu.
Resim-görsel sanatlar alanlarında ise daha çok eski ustalarla bir yakınlık hissediyorum. Bosch’un çok katmanlı imgesel kozmonolojisi, Jan van Eyck’ik ikonografik kompozisyonları ve Rembrandt’ın ışık ve karanlığı adeta bir varlık bir maddeymiş gibi kullanarak yarattığı “chiaroscuro” atmosferi seviyorum. Günümüzde ise Mark Ryden, Nicoletta Ceccoli ve Marco Mazzoni hikaye kurma biçimleriyle etkilendiğim sanatçılar.
Ama bu alanların en çok birbirine karıştığı yer sanırım müzik: Klasik müzik, gotik melodiler ve elektronik, synth pop… Çalışma ritmimi, atmosferimi ve resmin duygusal gerilimini çoğu zaman onlar belirliyor.
Yani kısaca etkilendiğim isimler tek tek teknik ya da stil değil; daha çok evren kurma biçimleri, gerçekliğe nasıl katman ekledikleri ve nasıl bir ruh hâli çağırdıklarıyla bana yön veriyorlar.



