Gustave Courbet (10 Haziran 1819, Ornans – 31 Aralık 1877, La Tour-de-Peilz, İsviçre), Fransız ressam ve Realist akımın öncüsüdür. Döneminin Romantik anlayışına karşı çıkarak gündelik yaşamı konu alan eserler üretti. Özellikle The Painter’s Studio (1854-55) gibi figür gruplarını içeren, büyük boyutlu ve gölgeli tuvalleri dönemin kurumları tarafından sert eleştirilere uğradı. 1860’lardan itibaren resimlerinde daha canlı, şehvetli ve renkli bir üslup benimsedi.
Varlıklı bir çiftçi ailenin çocuğu olarak doğan Courbet, Besançon’daki Collège Royal ve güzel sanatlar okulunda eğitim aldıktan sonra 1841’de görünüşte hukuk eğitimi için Paris’e gitti. Ancak zamanının büyük kısmını Louvre’daki ustaların eserlerini inceleyerek geçirdi. Babası, oğlunun ressam olma kararını tereddütsüz destekledi; gerekirse topraklarını, bağlarını hatta evlerini satabileceğini söyledi. Bu destek sayesinde Courbet tüm dikkatini sanata verebildi.
17.yüzyıl İspanyol ressamları Diego Velázquez ve José de Ribera’nın çalışmalarını kopyalayarak teknik becerilerini geliştiren Courbet, 25 yaşındayken Courbet with a Black Dog adlı otoportresiyle Salon’a kabul edildi. Sonraki yıllarda eserleri kimi zaman reddedilse de, inatla üretmeye ve sergilemeye devam etti.

1848 Devrimi ile gelen özgürlük ortamında sanat üzerindeki baskılar azaldı. Courbet, 1849’da Paris’teki karmaşadan uzaklaşarak memleketi Ornans’a döndü ve burada iki başyapıtını üretti: The Stone Breakers ve A Burial at Ornans. İlki, kırsal bir alanda ağır işçilik yapan iki figürü büyük bir gerçeklikle betimlerken; diğeri 40’tan fazla birebir ölçülü figürden oluşan devasa bir köylü cenazesi sahnesidir. Her iki eser, aristokratik idealleştirmeden uzak, sıradan halkı yalın ama etkileyici bir biçimde yansıttığı için o dönemde radikal kabul edildi.

Charles Baudelaire ve Pierre-Joseph Proudhon gibi entelektüellerle yakın ilişkiler kuran Courbet, zamanla Realizm hareketinin lideri konumuna geldi. Onun sanat anlayışını şekillendiren en önemli unsurlardan biri, doğduğu yer olan Franche-Comté ve özellikle Ornans’ın geleneklerine bağlılığıydı.
1854’te altı haftada tamamladığı The Painter’s Studio, sanat yaşamındaki tüm etkileri alegorik biçimde yansıtan büyük bir tablodur. Courbet, bir manzara üzerinde çalışırken resmin merkezindedir ve arkasında akademik geleneğin sembolü olan çıplak modele sırtını dönmüştür. Eser, 1855 Evrensel Sergisi’ne kabul edilmediğinde Courbet, resmi sergiye alternatif olarak kendi “Gerçekçilik Pavyonu”nu kurdu. Sergi başarısız oldu; ancak Eugène Delacroix, günlüğünde onun cesaretini ve yeteneğini övdü.

1856’da Almanya’ya yaptığı ziyarette büyük ilgi gördü. 40 yaşına geldiğinde geleneksel sanat anlayışına karşı olan genç sanatçılar için esin kaynağı olmuştu. Sanatın her türünde çalışan Courbet, özellikle çıplak kadın figürlerini sıcak ve şehvetli bir üslupla resmetti. Doğduğu bölgenin doğasını – ormanlarını, kaynaklarını, kayalarını – tutkuyla tuvale taşıdı. 1865’te Étretat, Deauville, Trouville gibi popüler tatil beldelerinin uçurumlarında yaptığı deniz manzaraları, empresyonist anlayışın öncüsü kabul edilir.

1870’te başlayan Fransa-Prusya Savaşı sonrası, Paris Komünü’nün kurulmasıyla Courbet, Sanatçılar Federasyonu’nun başkanı seçildi. Komün’ün radikal yıkım kararlarından uzak durarak kültürel mirasın korunmasına odaklandı. Ancak 16 Mayıs 1871’de, Napolyon’u simgeleyen Vendôme Sütunu’nun yıkılması kararı uygulanınca, olayla doğrudan ilişkisi olmadığı hâlde kışkırtıcılıkla suçlandı. Altı ay hapis yattı, sağlık sorunları nedeniyle erken tahliye edildi.
1873’te, sütunun yeniden inşası için açılan davada kendisine 500.000 frank para cezası kesildi. Ödeyemeyeceği bu borç nedeniyle Fransa’yı terk etti, İsviçre’ye yerleşti. Önce Fleurier, ardından Vevey ve son olarak La Tour-de-Peilz’de yaşadı. Burada, “Bon-Port” adını verdiği eski bir han satın aldı ve hayatının son günlerini burada geçirdi. 1877’de, 58 yaşındayken yorgun düşmüş bedeni onu terk etti.

Courbet’nin itibarı ölümünden sonra giderek büyüdü. Siyasi görüşleri nedeniyle zamanında görmezden gelinen sanatı, 20. yüzyılın modern sanat hareketleri üzerinde derin izler bıraktı. Onun resim anlayışı yalnızca yeni bir teknik değil, büsbütün yeni bir sanat felsefesi ortaya koydu: Resim, idealize edilmiş bir gerçekliğin değil, olduğu gibi yaşanan hayatın bir ifadesi olmalıydı. Sanatını klişelerden, yapay estetikten ve süslemelerden arındırmayı başardı — ve bu cesaretiyle modernliğe giden yolu açtı.