Henri Rousseau (21 Mayıs 1844, Laval – 2 Eylül 1910, Paris), modern naif sanatçının arketipi olarak kabul edilen Fransız bir ressamdı. Yemyeşil ormanlar, vahşi hayvanlar ve egzotik figürlerle bezeli, zengin renkler ve titizlikle işlenmiş ayrıntılarla öne çıkan tablolarıyla tanındı. 1905’te Fauves sanatçılarıyla birlikte eserlerini sergilemesi, ona avangart çevrelerin takdirini kazandırdı.
Eğitim hayatı parlak değildi; ortaokulu tamamlamadan Laval’daki okuldan ayrıldı ve kısa süre sonra dört yıl süren askerlik hizmetine başladı. Bu dönemde, Fransa’nın 1862-65 yılları arasında İmparator Maximilian’ı desteklemek üzere Meksika’ya düzenlediği sefere katılmış askerlerle tanıştı. Onların subtropikal ülkeye dair anlattıkları, Rousseau’nun sonraki yıllarda temel temalarından biri olacak egzotik manzaralar için güçlü bir esin kaynağına dönüştü. Sanatçının Meksika’ya gitmediği halde orman sahnelerindeki canlı tasvirler, onun bu ülkeye seyahat ettiği yönündeki efsaneleri besledi. Gerçekte ise Fransa dışına hiç çıkmamıştı.
Bürokratik görevleri ve aile hayatı arasında, bir şekilde resim yapmaya zaman buldu. Çocukluğundan beri resme ilgi duyduğu ve akademik tarzda bir ressam olmayı arzuladığı bilinmektedir. 1884’te Louvre’da kopya resim yapma izni aldı ve 1886’da ilk eserlerini, resmi Salon’un katı kurallarına alternatif olarak kurulan Salon des Indépendants’da sergiledi.
Rousseau’nun bu sergideki ilk eseri olan Carnival Evening (1886), türünün bir başyapıtı olarak kabul edilir. Naif sanatın tipik özelliklerini yansıtan bu tabloda, doğa ve figürler neredeyse çocukça bir saflıkla, detaylara özenle işlenmiştir. Ağaçların dalları tek tek çizilmiş, bulutlar neredeyse heykelsi bir görünüm kazanmış ve figürlerin ifadelerinden çok kostümlerine dikkat edilmiştir. Tüm bunlara rağmen eserdeki renk kullanımı ve atmosfer yaratımı, şiirsel bir etki uyandırır.

Bu umut vaat eden başlangıca rağmen, sonraki yedi yıl boyunca Rousseau’nun eserleri eleştirmenlerin alayları dışında fazla ilgi görmedi. Bu süreçte Salon des Indépendants’da yaklaşık yirmi eser sergilese de, amatör bir sanatçı olarak kalmaya devam etti. Bu yıllarda eşi vefat etti, kısa süre sonra da ailesinin büyük kısmını kaybetti. Yalnızca bir kız çocuğu hayatta kaldı ve akrabalarının yanına gönderildi.
Bu kişisel kayıplar dönemi, Rousseau’nun sanatsal üretkenliğinin arttığı bir evreye dönüştü. 1889’da Paris’te düzenlenen Evrensel Sergi’yi ziyaret etti. Bu fuarda Senegal, Tonkin ve Tahiti gibi uzak coğrafyalara ait manzaraların yeniden canlandırılması, onun egzotizme yönelik ilgisini daha da pekiştirdi. Bu sergiye olan hayranlığını, sahneleyemediği A Visit to the Exposition of 1889 adlı bir vodvil oyunuyla da dışa vurdu. Diğer tiyatro denemelerinde olduğu gibi, bu eserinde de onun saf ama kendine özgü sanatsal dili belirgindi. Hatta müzik besteleme girişiminde bile bulundu; yine de tek gerçek yeteneği resimdi.
1890 tarihli Myself: Portrait-Landscape adlı otoportresi, bu dönemin en önemli eserlerinden biri oldu. Elinde paletiyle ayakta duran Rousseau, Paris manzarası önünde resmedilmiştir. Akademik geleneğe bağlı bir “sanatçının portresi” niteliği taşıyan bu eser, uygulamadaki sadeliğe rağmen büyük bir ciddiyet ve özgüven taşır.
1893’te gümrük ofisinden emekli olarak kendini tamamen resme adadı. Kısa süre sonra, Laval’dan çıkmış sıra dışı bir genç yazar olan Alfred Jarry ile tanıştı. Jarry, Rousseau’yu avangart çevrelere tanıttı ve onunla ilgili ilk övgü yazısı Le Mercure de France dergisinde yayımlandı. Bu yazı, Rousseau’nun alegorik gücünü gösteren The War (1894) adlı tablo vesilesiyle kaleme alınmıştı ve sanatçının yalnızca küçük manzaralar yapan biri olmadığını gösteriyordu.
Bu dönemin en etkileyici eserlerinden biri de The Sleeping Gypsy (1897) adlı tablosudur. Ay ışığı altında çölde uyuyan bir kadını ve ona büyülenmiş gibi bakan bir aslanı gösteren bu sahne, Rousseau’nun şiirselliğini ve sembolik anlatım gücünü birleştirir. Kadının çocukça bir ifadeyle donmuş yüzü, bastonuna tutunmuş bedeni, boş çöl manzarası ve aslanın kuyruğundaki tuhaf kıvrım; tabloya hem dingin hem de gizemli bir atmosfer kazandırır.

Bu tabloyu sergiledikten sonra, Rousseau memleketi Laval’ın belediye başkanına bir mektup yazarak, eserin kasabaya bir övgü olduğunu ve satın alınmasını istedi. Ancak talebi yalnızca alayla karşılandı. Bu anekdot, onun sanatına duyduğu büyük güveni ve kendisini bir usta ressam olarak gördüğünü ortaya koyar. Akademik teknik eksikliğinin farkında değildi; hatta eserlerinin akademik resme benzediğine inanıyordu. Ancak çalışmalarını yalnızca genç avangart sanatçılar —Robert Delaunay, Pablo Picasso ve onların dostu, şair Guillaume Apollinaire— takdir ediyordu.
1905’te Rousseau, akademik çevrelerde yaşanan bir bölünme sonucunda kurulan Salon d’Automne’da yer aldı. The Hungry Lion (1905) adlı eseri burada, Fauves grubunun —Henri Matisse, André Derain, Maurice de Vlaminck gibi— tablolarıyla aynı salonda sergilendi. Eleştirmenler nihayet olumlu sözler etmeye başladı. Modern sanatın önemli koleksiyonerlerinden Ambroise Vollard, ondan eserler satın aldı.

Rousseau, Paris’in mütevazı bir semtinde yaşamını sürdürdü ve evinde resim dersleri verdi. (1899’da evlendiği ikinci eşi, 1903’te vefat etti.) Zamanla, avangart sanatçılar ve entelektüeller arasında popüler bir figür haline geldi. Picasso, 1908’de atölyesinde Rousseau onuruna, dönemin seçkin sanatçılarının katıldığı bir ziyafet düzenledi.
Rousseau’nun sonraki eserleri, giderek artan şekilde egzotik orman sahnelerine odaklandı. The Hungry Lion, bu dönemin başlangıcını işaret eder. Bitkisel detayların büyük bir dikkatle işlendiği bu tablolar, Paris’teki botanik bahçesinde gözlemlediği bitkilerden esinlenmiştir. Her yaprak özenle işlenmiş, kompozisyon içinde neredeyse soyut desenler oluşturmuştur. Bu yoğun yeşilliklerin ortasında, dramatik hayvan sahneleri ya da gizemli bakışlar öne çıkar. Bu yapılar, Rousseau’nun tarihsel ve dramatik anlatıya duyduğu akademik eğilimi yansıtır.
1910’da tamamladığı The Dream (veya Yadivigha’s Dream), sanatçının en büyük ve iddialı eserlerinden biridir. Yoğun bitki örtüsünün ortasında, kırmızı peluş bir Viktorya kanepesinde yatan çıplak kadın, çevresinde iki aslan, bir fil ve flüt çalan bir müzisyenle birlikte resmedilmiştir. Rousseau’nun açıklamasına göre, kadın kanepede uykuya dalmış ve bu egzotik rüyada kendini ormanın içinde bulmuştur. Bu tablo, sanatçının tüm hayal gücünü ve anlatım becerisini bir araya getiren, büyüleyici bir başyapıttır.

Rousseau’nun ünü, ölümünden sonra hızla arttı. 1911’de Salon des Indépendants’da retrospektif bir sergiyle onurlandırıldı. 1912’de Wassily Kandinsky, Der Blaue Reiter’da Rousseau hakkında övgüyle yazdı. 20. yüzyılda naif sanatın ilgi görmesini sağladığı gibi, Paul Delvaux ve Max Ernst gibi Sürrealistlerin rüya manzaralarını da etkilediği düşünülür.