Londra merkezli dijital sanat kolektifi Marshmallow Laser Feast kreatif direktörü Ersin Han Ersin ile kolektifin yarattığı sanal gerçeklik deneyimlerini ve OMM’da sergilenmeye devam eden üretimleri üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: Begüm Boztaş
Öncelikle, bize kendinizden bahseder misiniz?
Merhaba, ben Ersin Han Ersin. Yönetmen ve artist olarak sanat pratiğime Londra’da devam ediyorum. Türkiye’de gördüğüm eğitimden sonra yaklaşık 9 yıl önce Londra’ya yerleştim. Bugün ise zaman tabanlı medya, sanal gerçeklik, çok duyulu yerleştirmeler gibi alanlarda projeler üretiyorum ve Londra tabanlı Marshmallow Laser Feast’i 2 sanatçı partnerimle birlikte yönetiyorum.
Bildiğimiz kadarıyla Marshmallow Laser Feast 2011’de kuruldu, siz ekiple başından beri birlikte miydiniz? Dahil olma sürecinizin hikayesi nedir?
MLF, 2011 yılında Londra’da kuruldu. Şu anda ben ve iki sanatçı partnerimle beraber 10 kişilik bir ekip ile çalışıyoruz. Aslında ekiple başından beri proje bazlı çalışıyorduk ancak 2015 yılında Bir Hayvanın Gözünden (In the Eyes of the Animal)’i yaptıktan sonra partner olma karar aldık.
Dijital sanatı, doğal ile yapay zekânın iç içe geçtiği bu çağda sanat ve bilim açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Dijital sanat, insan ve makinenin beraber yaratma(cocreation) sürecinin en belirgin sınama ortamı. Bu anlamda yaratma sürecindeki etik yaklaşımımızın da belirleneceği ilk ortamlardan bir tanesi. Bilimsel olarak geliştirilen teknik ve teknojilerin sanatçılar tarafından dijital sanat ile birleştirilmesi aslında iki konu arasındaki diyaloğun ne kadar hızlı ve yinelemeli olduğunu gösteriyor. Diğer bir açıdan bakarsak, bilim ve sanatın bir araya gelmesiyle, anlaşılması ön okuma gerektiren oldukça komplike konular, herkesin duygusal bir bağ kurabileceği bir deneyim haline gelebiliyor. İşin endişe verici kısmı yapay zekanın global gelişim hikayesini ve iletişim tonunu elinde bulunduran çok uluslu dev şirketlerin yarattığı algı. Bunun farkında olup hem bu alanda iş üretip hem de konunun etik boyutunu düşünmek önemli.
İnsanın doğası gereği, doğal üretim süreci hep biraz kusurlu, biraz baştan savma ama sürekli olarak sürprizlerle dolu. Yapay zekanın kusursuz ama kalıpların dışına çıkmayan strüktürel yapısı ile doğal üretim süreci bir araya geldiğinde heyecanlı ve beklenmedik sonuçlar ortaya çıkıyor. Sanırım benim açımdan işin en heyecanlı kısmı bu. Sinema, tiyatro, müzik ve görsel sanatların birçoğunda bunun ilk örneklerini görüyoruz ve bu bağlamda gelecek, oldukça heyecanlı görünüyor.
Çalışmalarınızı oluştururken vermek istediğiniz mesajlardan yola çıktığınızı söyleyebilir miyiz? İlham aldığınız noktalar nelerdir?
Doğa ve bilim, aslında oldukça basit fenomenler. Hayatımızın içinde olan, belki bir şekilde öğrendiğimiz ama hiçbir zaman çok da dikkat etmediğimiz, insan duyularının ötesinde olan şeyler.
Aldığınız her iki nefesten birinin bir ağaçtan, diğerinin bir okyanustan olmasından; dev bir ağacın köklerinden su çekerken yerçekimi bariyerini nasıl aştığından ya da dünyayı bir yunusun gözünden görmenin neye benzeyeceğinden alıyorum ilhamımı. Bunlar her zaman açıklanmayı bekleyen küçük mucizeler olduğu için de mesaj kendiliğinden ortaya çıkıp diller ötesi bir anlam buluyor.
“Ağaca Övgü” ve “Bir Hayvanın Gözlerinden” projelerinin çıkış noktası nedir?
İki projede, insan olarak günlük duyularımızın ötesindeki bir dünyaya bakma fikriyle ortaya çıktı.
Bir Hayvanın Gözünden (In the Eyes of the Animal) projesi Grizedale ormanının, 4 canlının gözünden görülebileceği bilimsel verilerin sanatsal bir yorumu. Bir sivrisinek olup karbondioksiti görebiliyorken, bir yusufçuğa dönüşüp ışığın tüm dalga boyları tecrübe edilebiliyor yada bir baykuşun dürbün gözleriyle orman izlenebiliyor.
Ağaca Övgü (Treehugger) ise dev sekoya ağacının içine girip bir damla suyun peşine takılıp, en üst dalları 100 metreyi bulan ağacın en üst noktasında kadar ulaşılabilen çok duyulu bir tecrübe.
Her iki projenin üretiminde kapsamlı bir veri toplama süreci, Salford Üniversitesi’nin ve Doğal Tarih Müzesi’nin bilimsel danışmanlığıyla gerçekleşti. 3 boyutlu taramadan binoral ses kayıtlarına kadar doğanın özüne sadık kalmaya çalıştık.
OMM – Odunpazarı Modern Müze’nin açılış programında yer aldınız, ayrıca Kasım ayında OMM’da söyleşi ve atölye çalışmalarınızla izleyicilerle bire bir tanışma imkanı yakaladınız, bu deneyimler sonrasında katılımcılardan aldığınız geri dönüşler nasıldı?
OMM, hem Eskişehir hem de Türkiye için heyecan verici ve iddialı bir proje. Arkasındaki ekiple beraber sürece başından dahil olmak başlı başına inanılmaz pozitif bir süreçti, bu pozitivitenin duygusal aktarımını ve heyecanını izleyicide de hemen hissedebiliyorsunuz. İki yerleştirme ile ilgili de muhteşem geri dönüşler aldık ve bunların birçoğu ilk defa çok duyulu bir yerleştirmeyi tecrübe eden izleyicilerdi. Sanırım yaratmaya çalıştığımız doğa ve sanat arasındaki diyalog, ön öğrenme gerektirmeksizin izleyici heyecanlandırmaya yetiyor.
Seminer ve workshoplar sürecindeki en etkileyicisi 8-9 yaş grubundaki çocuklarla yaptığımız “büyülü doğa” workshopu oldu. Çocuklar, sanat malzemelerini kullanarak kendi ormanlarını ve hikayelerini yarattıktan sonra 360 derecelik kameralar yardımı ve sanal gerçeklik gözlükleri ile, ormanlarını tecrübe edebilecekleri mekanlara dönüştürdüler.
İşin enteresanı hemen hemen hepsi daha önce sanal gerçeklik denemiş ve “minecraft” içinde doğa yaratmış inanılmaz aydınlık çocuklar. Bu tecrübemiz aslında gelecek kuşak ile birlikte sanatsal yaratım ve tüketim sürecinin ne kadar kısa süre içinde değişebileceğinin göstergesi oldu.
Bu sene hem İstanbul Bienali’nin teması 7.Kıta ile hem de paralel etkinliklerle birlikte çevreye karşı duyarlı olma ve doğayı insan eliyle nasıl yok ettiğimiz epey gündemde kaldı. Ağaca Övgü ve Bir Hayvanın Gözlerinden projelerini de bu kategoride değerlendirebiliriz. Siz ne dersiniz?
Bir Hayvanın Gözünden (In the Eyes of the Animal)’de ki amacımız diğer canlıların evrimle beraber ustalaştıkları inanılmaz yetilerini göstererek, insanların onlarla empati kurabilmelerini sağlamak. Hayatınız boyunca hiç karşılaşmadığınız bir kutup ayısıyla empati kuramıyorsanız Yedinci kıtanın pasifik okyanusunda belirmesine çok da şaşırmamak gerek!
Antroposen’in en önemli nedenlerinden biri insanoğlunun kendisini doğal sistemlerin tamamen dışında konumlandırması. Bu konumlandırma hayvan haklarının vahşice ihlalinden tutunda, ormansızlaştırmaya kadar iklimleri derinden etkileyen katastrofik sonuçlar doğuruyor.
Ağaca Övgü (Treehugger)’nün konu aldığı dev sekoya ağaçları ise dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük tekil organizmalar. Yaklaşık 3500 yaşına kadar yaşayabiliyorlar. Modern hayatın içindeki dikkat genişliği bizi sürekli kısa süreli ve geçici planlar yapmaya itiyor. Derin zaman’ı anlamadan iklim değişikliklerinin asıl etkilerini kavramak mümkün değil. Bu nedenle dev sekoya ile yüzleşmenin, kendi varlığınızı onun içinde somutlaştırmanın derin zamanı anlamamıza yardım etmesini umuyoruz.
Gelecek projeleriniz için ipucu alabilir miyiz?
Önümüzdeki aylarda Amazon’a gidip, oradaki dev Kapok ağaçlarını tarayarak realize edeceğimiz bir proje üzerinde çalışıyoruz. Amacımız köşetaşı canlıları belirleyerek, sağlıklı bir ekosistemin birbirine olan bağımlılığını duygusal ve görsel olarak fantastik bir dünyaya aktardığımız çok duyulu yerleştirme yapmak.
Önprodüksiyon sürecinde olan bir diğer çalışmamız da The Wood Wide Web. Amacımız tüm ağaçaları ve bitkileri birbirine bağlayan -Miselyum- mantar ağ örgüsüyle ilgili çok duyulu bir tecrübe yaratmak.
Ayaklarımızın altında, bitkilerin birbirleriyle iletişim kurmasını sağlayan kocaman bir “internet” ağına benzeyen bir ağ var ve bu ağ tüm doğaya can veriyor. Konu biraz da duygularımızın ötesindeki bir dünyayı aydınlatarak, çok duyduğumuz ve gördüğümüz ancak duygusal olarak herhangi bir bağımızın olmadığı yerleri, canlıları ve olguları biraz daha yakın kılmak.