Yola tüm cüretkarlığıyla çıkanlardan…
Röportaj: Sebla TANIK / Fotoğraf: Koral SAGULAR
Hikayen nasıl başladı?
İstanbul doğumluyum. Bilgi Üniversitesi Moda Tasarımı bölümünde tam burslu okuyorum. Aslında her şey lise yıllarımda bana hediye olarak gelen analog fotoğraf makinesiyle başladı. Bu sayede fotoğrafla tanıştım ve ilk amatör çekimlerime başlamış oldum. Yakın çevremdeki insanları, oluşturduğum belli konseptler dahilinde fotoğraflama fikri beni ele geçirdi. Bu dönemde sayısız çekim yaptım. İstediğim tarza biraz daha yaklaşabilmek adına… O sıralar, fotoğraf haricinde serbest illüstrasyon çalışmalarıma da devam ediyordum. Lisede çok sevdiğim hocam Özgür Yener, bu çalışmalarımı görünce bana bir sergi açmayı teklif etti. Böylece hiç beklemediğim bir anda kostüm tasarımlarımı, illüstrasyonlarımı ve fotoğraflarımı kapsayan ilk kişisel sergim “Suretlerle Sohbet” açılmış oldu. Çekim maceralarımın da arasında şunu fark ettim; stylingden aldığım tatmin hissi çok baskındı. Bununla birlikte tam styling olarak nitelendiremeyeceğim; daha deneysel oluşumlu konseptler içerisinde bir polaroid serilerine başladım. Geçtiğimiz aylarda korse ağırlıklı tasarımlarımı içeren harness markamı da kurmuş bulunmaktayım. Yoluma devam ediyorum…
Sergiye ilgi nasıldı? Ne gibi tepkiler aldın?
Sergi sonrasında işlerimin tamamına yakınını sattım. Gelen siparişler de tepkilerin olumlu olduğunu gösteriyor sanırım. Ama doğruyu söylemek gerekirse sergi öncesi ve sonrası hayatımın en yoğun periyotlarından birini yaşadım. Baskı, çerçeve işleri, alınan siparişler ve serginin 3 farklı alandan örnekler içermesinden ötürü, dışarıdan gelen tepkilere odaklanma fırsatı bulamadım. İşlediğim genel tema ile ilgili sergi sonrası “Beyond the Nidaros” serimi de kapsayan bir röportaj verdim.
Hem fotoğrafçı hem de bir tasarımcı olarak nelerden besleniyorsun?
Genel olarak aynı tarzın yansımalarını yaratmaya çalışsam da spesifik olarak söyleyebileceğim başlıklar yok. Beni çeken, sonucunda yeterince tatmin olabileceğimi düşündüğüm her konu benim için kaynak niteliğindedir. Geçtiğimiz yıllarda yeni koleksiyonum için konu arayışına girmişken çıkış noktamın Art Nouveau ve Gaudi olabileceğini düşündüm. Fakat sonra kendimi gotik mimariye yönelmiş buldum. Avrupa’da bulunan başta Nidaros olmak üzere çeşitli katedrallerin tonozları, timpanumları ve vitraylarındaki bazı ortak sembollerden etkilenerek “Beyon the Nidaros” adlı mini bir koleksiyon hazırladım. Daha öncesinde Anadolu kökenli tanrıça Kibele’den ve can-can dansından esinlenerek yaptığım çalışmalar olmuştu. Son yıllarda beslendiğim kaynaklar ve oluşturmak istediğim konseptler daha spontane ve deneysel öğeler barındırıyor sanırım. Özellikle polaroid makinenin hayatıma girmesiyle denemekten korkmadığım bir sürece girdim. Bu yolda yaptığım işler bana geçmiş yıllara nazaran çok daha yoğun bir tatmin duygusu yaşatıyor. Arzuladığım estetik duruşa her projemde daha çok yaklaştığımı hissediyorum.
Hazır polaroid konusu açılmışken sorayım. Sayfalarımızda yer alan Fragile serinde polaroid makine kullandın. Bu tekniğin hüzünlü bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Peki sende yarattığı duygular neler?
Fotoğrafa başladığımdan beri yaratmayı amaçladığım karakterler çoğu zaman gerçeküstü gibi algılanan konseptlerde cesur olmayı hedefleyen basit kişilikler. Polaroidlerde fon olarak kullandığım sıradan mekanlar ve buna karşın kullandığım takı, maske vb. daha fantastik yardımcı materyallerle kafamdaki senaryoyu konsepte uygun bir biçimde uygulamaya çabalıyorum. Geçen yıl Londra’ya gittiğimde, uzun süredir gerçekleştirmek istediğim projeme sonunda başlama fırsatı buldum. Bir ay boyunca birbirinden bağımsız ve tamamen farklı dünyalardan gelen adamları “Fragile” başlığı altında topladım. Şu zamana kadar beni en çok tatmin eden serim de budur. Ortaya çıkış sürecinden olsa gerek… “Fragile”i aslında bir yanılsama ve gerçeklerin su yüzüne çıktığı bir patlama noktası olarak ifade edebilirim. İçinde bulunduğum garip sürecin çok da fazla plan barındırmayan meyvesi bu…
Hem tasarımların hem de fotoğraflarını iddialı buluyorum. Buna rağmen merak ediyorum. Tamamen istediğini yapabiliyor musun yoksa seni kendinden koparan, durmaya zorlayan etkenler de oluyor mu?
Güzel soru 🙂 İşlerimi hayata geçirirken şu zamana kadar kendimi sınırlama veya sansürleme ihtiyacı pek fazla hissetmedim. Hiçbir zaman elindekiyle tam anlamıyla yetinen ve ardından da onun rahatlığıyla uzun süre es veren biri olamadım. Yaptığım çalışmaların ardından hep bir basamak daha yukarı ve daha uca gitmeyi kendime huy edinmişim sanırım. Kısa süreli tatmin hislerinin ardından kafamın içi bir sonraki proje için dolmaya başlıyor. Ama ne yalan söyleyeyim gün geçtikçe, hepimizin bildiği o görünmez sınıra biraz daha yaklaştığımı hissetmiyor da değilim. Planlarım ve uygulamak istediklerim zamanla cüretkarlaştıkça işlerin de aynı oranda zorlaşacağını hissediyorum. Fakat tabi ki bu durup yerimde saymam için bir sebep değil.
Gelecek planların neler?
Şu an moda okuyorum. Mezun olduktan sonra gercekleştirmek istediğim çokça proje var tabi ve bunlar icin ciddi zamanlar gerekiyor. Tam anlamıyla commercial ürünler yapmak istemiyorum. Tasarımın beni tatmin etmemesi ya da sezon sonrasında bir hiç olması benlik bir durum değil. Deneysel, futuristik ve kalıcı işler yapmayı amaçlıyorum (ve tabi ki içinde Türk etkileri barındıran). Bu yüzden şu sıralar konseptler üzerine gidip onları geliştirmeye bakıyorum. Bu anlamda içinde bulunduğum dönem benim için fazlasıyla dolu geçiyor. Uzun zamandır hayata geçirmek istediğim birçok konsepti farklı fotoğrafçılarla iş birliği yaparak uygulama fırsatı buldum. Onun dışında, birkaç senedir üzerinde çalıştığım polaroid serilerimle bir sergi açmak bir süredir kafamda olan bir fikir. Geçtiğimiz yaz, bir ay içinde tamamladığım ‘Fragile’ tadında yeni seriler yapmak bu yeni sergi fikrini destekleyici bir düşünce olabilir. Ek olarak ileriki dönemlerde markamı geliştirmeye ve her tasarımcının vazgeçilmez fikri olan yurt dışına açılma düşüncesi üstünde durmaya başlayacağım. Bunlar kafamdan geçenlerin sadece bir kısmı.