Türkiye çağdaş sanat sahnesinin öncü galerilerinden biri olan Çağla Cabaoğlu Galerisi, 25 yılı geride bırakırken yalnızca sergilerle değil, kurduğu entelektüel diyaloglarla da sanatın dönüştürücü gücüne tanıklık ediyor. Bu uzun soluklu yolculuğu ve galericilik anlayışını, mimarlık kökenli bir vizyonla sanat dünyasına yön veren Çağla Cabaoğlu ile konuştuk.
Röportaj: Ayça Ortaer
1) Çağla Cabaoğlu Galerisi’nin 25 yıllık yolculuğunda önemli bir yer tutuyor. Kendinizi ve galeriyi tanımlayacak olsanız, nasıl bir portre çizersiniz?
Çağla Cabaoğlu Galerisi, yalnızca sanat eserlerinin sergilendiği bir fiziksel alan değil, aynı zamanda kültürel bir düşünce platformu ve entelektüel üretim alanı olarak konumlanıyor. Bu 25 yıllık süreçte, hem sanatçılarla kurduğum uzun vadeli ilişkiler, hem de sanatın sosyal ve tarihsel katmanlarıyla kurduğum bağ galerinin kimliğini belirledi.
ODTÜ Mimarlık Fakültesinden gelen yapısal düşünme biçimim, galericilik anlayışımı yalnızca estetik tercihler değil, kavramsal çerçeveler ve ilişkisel yaklaşımlar üzerinden şekillendirmemi sağladı.
Galeri, bu yönüyle Türkiye’nin çağdaş sanat belleğine katkı sunmayı amaçlayan bir aktör olmasının yanında, disiplinlerarası diyaloğu önceleyen bir yapıya dönüştü. Sanatı yalnızca temsil etmeyi değil, dönüştürmeyi ve toplumsal hafızaya yerleştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım izliyoruz.

2) 25 yıllık süreçte galeriniz Türkiye çağdaş sanat sahnesinde öncü bir konuma sahip oldu. Sanat dünyasında gözlemlediğiniz en belirgin değişimler nelerdi ve galeriniz bu değişimlere nasıl yanıt verdi?
Geride kalan çeyrek yüzyıl, sanat dünyasında hızlı ve çok boyutlu dönüşümlerin yaşandığı bir dönem oldu. 2000’lerden itibaren kavramsal sanatın öne çıkışı, dijital üretim biçimlerinin yaygınlaşması, izleyicinin edilgen konumdan katılımcı bir aktöre evrilmesi gibi global trendlerin yanı sıra, Türkiye özelinde koleksiyoner profilinin dönüşmesi ve bağımsız sanat alanlarının çoğalması da belirleyici dinamiklerdi.
Çağla Cabaoğlu Galerisi olarak biz bu değişimlere sadece uyum sağlamadık, aynı zamanda onları öngören ve yönlendirmeyi amaçlayan bir çizgide ilerledik.
Genç sanatçılarla usta isimleri aynı küratoryal çerçevede buluşturmamız, üretim süreçlerini desteklememiz ve toplumsal meselelerle ilişkilenmeyi önemseyen duruşumuz, bu dönüşümlere karşı sadece estetik değil, etik bir pozisyonda da yer aldığımızı gösteriyor.
Bununla birlikte, bir galerici olarak uzun yıllara dayanan bu deneyimim içinde şuna da tanıklık ettim:
Sanatla olan ilişkisi klasik resimle başlayan birçok değerli koleksiyoner, zaman içinde çağdaş ve kavramsal sanata yönelerek, bugün uluslararası ölçekte kıymetli koleksiyonlara sahip bireyler haline geldiler.
Onların dönüşüm sürecine birebir şahit olmak, yalnızca sanat piyasasındaki evrimi görmek değil; aynı zamanda kavramsal algının ve sanat alım davranışlarının nasıl değiştiğini, nasıl daha düşünsel bir zemine kaydığını da gösteriyor.
3) “Yankı / Echo” ve “Rezonans / Resonance” sergilerinde çok geniş bir sanatçı yelpazesiyle izleyiciye nasıl bir deneyim sunmayı hedeflediniz? Kürasyon sürecinin dinamiklerinden bahseder misiniz?
Bu iki sergi, galerinin 25 yıllık tarihine retrospektif bir bakış sunmakla kalmadı; aynı zamanda sanatın zamansız doğasını ve kuşaklar arası etkileşim gücünü görünür kılmayı amaçladı.
Burhan Doğançay (1929), Ömer Uluç (1931) gibi tarihsel bir figürler ile Ozan Dursun (1994) gibi genç bir sanatçının aynı sergide yer alması, yalnızca kronolojik bir geçiş değil, sanatsal ve kavramsal bir devamlılık önerisiydi.
Kürasyon sürecinde yalnızca bireysel eserlerin gücüne değil, bu eserlerin birbiriyle kurduğu görsel ve düşünsel ilişkilere de odaklandık.
Doç. Dr. Fırat Arapoğlu’nun akademik danışmanlığı galerimizin sergilerini entelektüel ve kavramsal derinliği olan sanat tarihine referans eden bir platforma dönüştürüyor.
Akademik bilgi, sergilerimizin omurgasını oluşturarak, sanatın tarihsel, teorik ve eleştirel boyutlarını izleyiciyle de buluşturuyor.
Arapoğlu ile olan bu iş birliğimiz sanatın salt bir üretim olmadığını, aynı zamanda düşünsel bir sorgulama alanı olduğunu, sergileme aşaması sonrasında da etkisinin dönüşerek devam ettiğini ortaya koydu.
Nişantaşı’nda Manuel Apartmanı’nda yer alan galerimizde, mekânın mimarisini de bir anlatım aracı olarak kurguluyoruz. Her sergide ışık, boşluk, yerleşim gibi unsurları eserin ruhuna göre yeniden ele alıyoruz. Sergi mekânı- eser- ışık- izleyici ile bilinçli olarak kurguladığımız bu ilişki, bizim için sadece teknik değil, kavramsal bir mesele.
Bu sergiler, izleyiciye hem bir tarihsel hafıza sunuyor hem de günümüz sanatının çoğulcu yapısına açılan bir önerme getiriyor.

4) Farklı kuşaklardan sanatçıları aynı zeminde buluşturmanın galeriniz için anlamı nedir?
Kuşaklar arası sanatçıları aynı sergide buluşturmak, bizim için yalnızca çeşitlilik yaratmak değil; kolektif bir kültürel belleği yeniden kurgulamak anlamına geliyor.
Genç sanatçıların tarihsel referanslarla kendi özgün dillerini kurmaları, usta sanatçıların ise güncel meselelerle yeni temas noktaları oluşturmaları, galeri pratiğimizin merkezinde yer alıyor.
Bu buluşmalar, aynı zamanda izleyiciye sanatın tarih ve teknikle sınırlı olmayan, evrensel ve zamansız doğasını deneyimleme fırsatı sunuyor.
Görsel hafızayı çoğaltan bu etkileşim alanları, galerimizde yalnızca küratoryal bir tercih değil, süreklilik arz eden bir kimlik olarak benimsendi.

5) “Yankı” ve “Rezonans” sergileriyle sanatın dönüşümüne nasıl bir bakış sundunuz? Galeriniz bu dönüşümde nasıl bir rol üstleniyor?
Her iki sergi de sanatın biçimsel, kavramsal ve teknik dönüşümünü zaman-mekân ilişkisi içinde yeniden okuma önerisi sunuyor.
Çağla Cabaoğlu Galerisi olarak biz, sanat dünyasındaki değişimi gözlemleyen bir yapı olmanın ötesine geçerek, bu değişimin yönünü belirlemeye katkı sunmayı önemsedik.
“Yankı”, geçmişin sesini günümüz bağlamında yeniden anlamlandırırken; “Rezonans”, bu sesin bugünle kurduğu titreşimi ve geleceğe yönelik iz düşümünü temsil ediyor.
Bu çerçevede sergiler, izleyiciye yalnızca geçmişe dair bir panorama değil, bugünün dinamikleri ve yarının tahayyülü için bir öneri alanı sunuyor.

6) 25 yıllık geçmişe baktığınızda sizin için en özel ve unutulmaz proje hangisiydi?
Her sergi, kendi döneminin ruhuyla ve içerdiği üretimlerle ayrı bir yer taşıyor. Ancak 2010 yılında Shanghai Contemporary Art Fair kapsamında gerçekleştirdiğimiz “Tree of Life” projesi, galeri tarihimizde olduğu kadar kişisel hafızamda da eşsiz bir konuma sahip.
Bu proje, doğa, yaşam döngüsü ve insanlık temaları üzerinden evrensel bir söylem kurmayı hedefliyordu. Sergide 30’dan fazla sanatçının yapıtı yer aldı. Sergi sonrasında 11 eser, National Museum of Art China’nın koleksiyonuna kabul edildi. Ayrıca MoCA ve Taiwan Glory Art Museum gibi kurumların koleksiyonuna da eserler girdi.
Bu yalnızca galerimizin uluslararası görünürlüğünü artırmakla kalmadı, Türkiye çağdaş sanatının global düzeyde temsiliyetine de katkı sağladı.
Bu proje, benim için bir başarıdan çok daha fazlası; uzun vadeli bir vizyonun, kültürel diplomasiye ve sanatın dönüştürücü gücüne duyulan inancın somut bir yansıması oldu. Galeri olarak bu organizasyonu üstlenmiş olmamız, Türkiye’den Şanghay’a böylesine kapsamlı bir sanatçı katılımını sağlamak açısından öncü bir adım niteliği taşıyor. Fuar boyunca 20’ye yakın sanatçımızla birlikte Şanghay’da bulunarak son derece verimli ve özel bir süreç geçirdik. Bu açıdan benim için unutulmaz bir projeydi.