1977 yılında Eraserhead ile tanıştığımız David Lynch; son derece rahatsız edici ve sürreal bir kabusu andıran tarzıyla büyük bir kitlenin ilgisini çekmeyi başarmıştı. Özellikle gece yarısı kuşaklarının vazgeçilmez filmleri arasına giren Eraserhead, sinema öğrencileri arasında da oldukça popüler olmuştu. Eraserhead’in bu başarısı David Lynch’in daha popüler projeler için aranan isimlerden biri olması anlamına geliyordu.
The Elephant Man (1980), Lynch’e En İyi Yönetmen dalında Oscar adaylığı getiren ilk filmiydi. Fakat Lynch’i yansıtma konusunda Blue Velvet (1986) oldukça ayrı bir yerdedir. Kendi vizyonundan taviz vermeksizin, kendisine verilen süre içerisinde tamamladığı film, senaryosunun da Lynch tarafından yazılması bakımından oldukça önemlidir. Yönetmenin kariyerinin ilerleyen zamanlarında da keşfedeceği birtakım temalara, ilk kez bu filmde rastlamak mümkündür.
Eleştirmenlerin büyük bir çoğunluğu tarafından Lynch’in başyapıtlarından biri olarak görülen film, çarpıcılığı ve kalp kırıcı hikayesiyle günümüzde bile popülaritesini sürdürmektedir. Filmin hikayesi gerçekliğin iki katmanından oluşur; ilk olarak insanların 1950’lerin televizyon klişeleriyle konuştuğu bağnaz bir kasabayı görürüz, ikinci katmanda ise oğlu ve kocası kaçırılan Dorothy Vallens’ın (Isebella Rosellini), Dennis Hopper (Frank Booth) tarafından cinsel olarak suiistimal edilişine şahit oluruz. Hikayenin sürpriz kısmı ise Dorothy’nin aslında bu durumdan zevk alan bir mazoşist olduğunu keşfedişi olur. Filmde günlük hayat duygusuz bir ironiyle anlatılır. Karakterler genellikle, tek düze bir yavanlığı yansıtsa da alt-anlamlı replikler film boyunca dikkati çeker. Diğer bir yandan ise cinsel istismarın karanlık yüzü, soğuk kanlı bir realizmle anlatılır. Film beyaz çitler ve çiçeklerle, cezbedici gibi gözüken bir kasabada açılır ve ardından çimleri sulayan bir adam karşımıza çıkar. Adam fenalaşarak yere yığıldığında koşarak gelen bir köpek, hala adamın elinde duran hortumdan su içmeye başlar ve kamera çimlerin içinden geçerken, izleyici toprakta birbirine saldıran haşereleri görür. Bu sahne, kasabanın dışarıdan görünümüyle gerçekte olduğu hali arasındaki farkı anlatan bir metafor olarak çıkar karşımıza. Olay sonrası babasını ziyarete gelen Jeffrey Beaumont’ın (Kyle MacLachlan) bir arazide bulduğu kesik bir kulakla olaylar gelişmeye başlar. Kesik kulağın gizemiyse Dorothy’ye kadar uzanır.
Hitchcock’un, hiç kuşkusuz gurur duyacağı türden bir sahnede Beaumont, Dorothy’nin dolabına saklanır ve Hopper’la Dorothy Vallens arasındaki sado-mazoistik ilişkiye şoke olmuş bir şekilde şahit olur. Hopper’ın ayrılışının ardından, Beaumont’ın dolapta olduğunu hâlihazırda keşfetmiş olan Dorothy, onu baştan çıkararak kendisine vurmasını ister ve bir şekilde Beaumont’ı oyunun içine çekmeye çalışır. Bu sahne insanın gerçek doğasını anlatan büyük bir güce sahiptir. Blue Velvet, şayet düz çizgide ilerleyen bir hikayeye sahip olsaydı, filmde Dorothy ve Jeffery arasındaki derin duygusal keşifleri izliyor olabilirdik. Fakat Lynch, farklı bir yol izleyerek hikayeye bu noktada müdahale ediyor ve “küçük kasaba” hicvine geri dönüyor.
Filmin sonunda gerçekleşen Hopper’ın ölümü ve mutlu aile tablosu, gerçekten mutlu sona yapılan bir gönderme midir? Bu da filmle ilgili sorulması gereken önemli sorulardan biridir. Hopper ölmüştür, ama kasabada dışarıda bir yerlerde kötülük hala kol gezmektedir.
Post-modern dokunuşlarını, karanlık-gündelik hikayeler ve popüler kültürle birleştirmesiyle öne çıkan filmde, Lynch’in kendine özgü atmosferini kolayca fark edebiliriz. Aradan 31 yıl geçmiş olmasına rağmen, Blue Velvet’in şoke edici, dehşete düşürücü, şaşkınlık verici, eğlendirici ve akıl karıştırıcı özelliklerinden hiçbirini kaybetmediğini görüyoruz. Ayrıca şunu da eklemek gerekir ki 90’lı ve 2000’li yıllardaki birçok bağımsız filmde, Blue Velvet’in etkilerini görmek mümkündür.
Yazar: Eren SAMANCIOĞLU