Resim sanatının öyküsü insanlık tarihinin öyküsü kadar eski, yaşam var oldukça sonu gelmeyecek bir tutkudur. Müzik gibi, şiir gibi bazen bir roman kahramanı gibi, tüm insanları tek bir yürekte birleştiren bir sihirdir resimler. Kah mağara duvarında, kah bir antik şehir yer mozaiğinde veya bir müzede altın varaklı bir çerçeve içerisinde. Yüzyıllar öncesinde yapılmış olsa dahi bugün hala herkesi tek bir ortak noktada buluşturan sanat eserleri, hayatımızın en büyük rengidir aslında.
Ve tabii bazı üstadlar var ki, unutulmaz bu öykü içerisinde. Özellikle İtalya, 15. yy’da Rönesans sanatı ile sanat tarihinin en büyük ustalarını yetiştirmişlerdir. Bu rekabet ortamında sanatçılar, birbirleriyle yarışırcasına muhteşem eserler üretmişlerdir. Böylece Michelangelo Buonarotti, Vatikan’daki Sistine Şapeli’nin duvar ve tavan resimlerini yaratmıştır.
Bunun öncesinde Rönesans Heykel Sanatı’nın bir başyapıtı olarak kabul edilen “Davut” heykeli ile, Floransa’ya sembol yaratmış, herkesi kendisine hayran bırakmıştır büyük sanatçı. Davut’un Golyat’a saldırmaya karar verdiği anı canlandırmaktadır bu heykel. Öyle bir işlemiştir ki mermeri, Davut sanki yürüyüp geçecektir Pizza Signoria’da insanların arasından. (Heykel bugün Floransa Accademia del’Arte del Disegno’dadır). Papa II. Jullius, bu görevi Michelangelo’ya verdiğinde, rakipleri sevinirler. Kendisinin iyi bir heykeltraş olduğunu, ancak duvar fresklerinde başarısız olacağından emindirler. Ancak üstad, 520 metrekarelik bir alanda, yaklaşık dört yıl süren bir çalışma sonucunda bir şaheser yaratır.
Bugün Sistine Şapeli’ne girmek için kapısında saatlerce bekleyen insanların bir tek amacı vardır; 1511 yılından günümüze gelen ve insanlar üzerinde yarattığı etkiyi hiç kaybetmeyen bu şaheseri görmek, bu küçük şapelin içerisindeki havayı solurken dış dünya ile tüm bağları koparmak. Özellikle burada yer alan dokuz adet “Yaratılış” betimlemesinden biri üzerinde durmak isterim; “Adem’in Yaratılışı”. Sanat tarihinin en büyük eserlerindendir. Bu fresk, Tanrı’nın ilk insan olan Adem’e yaşam üflediği, Eski Ahit’ten bir öyküdür. Etrafı melekler ile çevrili göklerden, yeryüzüne doğru süzülen Tanrı, Cennet Bahçesi’nde hayat bulmayı bekleyen, kendini zorlukla destekleyen güçsüz bedeni ile Adem’e doğru gelmektedir. Seyircinin tüm dikkatlerini üzerine çeken, Tanrı’nın parmağının Adem’in parmağı ile birleşmek üzere olduğu an verilmiştir üstad tarafından. Tanrı’nın birazdan Adem’in parmağına dokunarak ona can verince, Adem’in güçsüz bedeninin canlanacağını tüm varlığımızla hissederiz.
Avrupa resim sanatı, tarih boyunca yaşanılan savaşlar, barışlar, keşifler ve devrimler ile hiç durmadan gelişmiş, her devir bir öncekinden ayrı sanatçı ve başyapıtlar yetiştirmiştir. Bugün Avrupa başkentlerinde, meydanlarında ve müzelerinde bizlere ve bizden sonraki nesillere kendilerini hayran bırakmak üzere gururla birazda yorgun sergilenmektedirler.
Türk Resim Sanatı Tarihi ise, 19. yy’dan itibaren kendini ortaya koymaya başlayacaktır. Ne büyük sanatçılar, ne büyük eserler yaratmışlardır büyük zorluk ve imkansızlıklar içerisinde. Ama en büyük üstad hiç şüphesizdir ki, Osman Hamdi Bey’dir. Kendisi sadece bir ressam değil, arkeolog, müzeci, günümüzde varlığını Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak sürdüren, Sanay-i Nefise Mekteb-i Alisi’nin kurucusudur. Tam bir Osmanlı aydını, entelektüel, ileri görüşlü bir sanat aşığıdır.
Türk resminde, figürlü kompozisyonu kullanan ilk ressamdır. Resim sanatına getirdiği büyük devrimin dışında vatanına, milletine hayran, medeniyetine sahip, Türk Kültür ve Sanatı’nı yücelten bir kişiliktir. İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni kurmuş, dünyanın sayılı müzeleri arasına eklemiştir. Sanatçının en çok bilinen eserleri arasında, çok tartışılan ve belki de en etkileyicisi “Mihrap” tablosudur. Aslında başka bir yoruma göre adı “Yaradılış”tır. Klasik Osmanlı çiniciliğini ustalıkla resmettiği bir mihrabın önünde, sarı elbisesi ile dimdik oturan bir kadın figürü yer almaktadır. Bugün hala kim olduğu bilinmeyen bu kadının, bir görüşe göre hamile olan kızı olduğu düşünülmektedir. Ressam her ne sebeple olursa olsun, bereket ve doğurganlığın sembolü olan “Kadın” figürünü yüceltmek istediği aşikardır. Kadının, 19. yy Türk toplumunda, olması gerektiği gibi dimdik yer almasını arzular. Bu büyük, devasa tablo ile, sanatçı sadece figürlü kompozisyonu değil, kadının toplumdaki değerini de vurgulamak istemiştir. Başka bir yaradılışa saygının öyküsüdür bu resim.
Sanat evrenseldir. Tüm insanları bir arada aynı ortak duygu ile birleştiren, güzelleştiren ve geliştiren bir olgudur. Bu dünyadan geçen ve bize başyapıtlarını emanet eden bütün sanatçıları saygıyla anıyorum.