Sanat ve rüya günümüzde mahçup bir çift gibi. Bunun sorumlusu olarak Dallas’ı görebiliriz. Dizinin tek meraklı üyesi Bobby Ewing’i diriltmek için Pam, dizinin 7. sezonunun tamamını bir rüyaymış gibi kurguladı. Bobby çılgın geçen senenin özetini dinler ve şöyle der; “Bunların hiç biri yaşanmadı, şimdi buradayım.” Ama işler her zaman böyle olmuyor.
Rüya ve sanat, uzun süre var olan ve üretken bir ilişkiye sahipler. 15. yüzyıl sanatçılarından Hieronymus Bosch’un olağanüstü eserlerini ele alalım. Bosch, ahlak ve faniliği, fantastik ve grotesk öğeler işleyerek ifade etti. “Dünyevi Zevkler Bahçesi” eseri bereketli ve korkulu rüya imajlarıyla oluşturulmuştu. Triptik eserin her yerinde, devam eden acıların ve korkunç anlamsızlıkların, günahlarını ve kısa süren zevklerini görebiliyoruz. Bosch, en tatlı rüyalarımızı cennete, en korkunç kabuslarımızıysa cehenneme delalet ediyor. Ancak triptiğin şimdi ve tam bulunduğumuz yeri anlatan orta panelin, rahatsız edici bir şekilde vahşet yüklü bir rüya gibi. Bosch, hayatın da rüya gibi kısacık ve geçici olduğunu ifade ediyor.
Aynı rüya gibi, sanat da hem doğru hem değil. Her ikisi de gerçekliğin zulmüne meydan okuyor ve “olanı”, “olabilecek” bir şey ile değiştiriyor. Hem değiştirilmiş bilinç düzeyi can sıkıcılıktan ayrılıyor hem de her biri kendini yorumlanmaya bırakıyor. Işte eğlence tam da burada başlıyor. Rüyanızda dışkı gördüğünüzde modern rüya tabirlerine göre hayatınızın bir kısmının temizliğe ihtiyacı olduğu söylenirken milattan önce 2. yüzyıldan bir Mısır papirusundaysa konuya daha neşeli yaklaşılıyor; rüyada kendi dışkısını yiyen kişinin, kendi evinde eşyalarını, malını, mülkünü yeniden düzenleyeceğine eşit olduğunu söylüyor. Bir inekle cinsel ilişkiye girmekse iyi geçecek bir güne işaret ediyor.
Homeros’un llyada’sında milattan önce 8. yüzyılda Zeus, Truva’ya saldırması için Agamemnon’a kötü bir rüya gönderiyor. Gönderdiği rüya için neredeyse bir “karakter” diyebiliriz. Rüyalar, burada aynı bir varlık gibi, rüyayı gören kişiden bağımsız ve dışında konumlanmış vaziyette. Ziyaret eder gibi geliyor ve tanrılardan gelen potansiyel mesajları taşıyor. Homer’ın sözlüğünde rüyalar, uyuyan kişinin “gördüğü” varlıklar olarak kabul ediliyor. Yüzyıllar boyu bizler rüyaları bir varlık olarak görmüş ve bugün sahip olduğumuz şeyler haline getirmiş durumdayız.
Ayaklanmaların olduğu zamanlardaysa rüyalar sanatçılara tehlikeli gerçekler hakkında konuşmaları için radikal birer alternatif oluyordu. Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası”, Kraliçe II. Elizabeth’in cinsel hayatıyla ilgili, yazarı ölümüne yol açabilecek imalar içeriyordu.

Aydınlanma çağının başlarında bilginin hisler üzerinde gösterilebileceği konusunda ısrarcılığıyla, rüyaların, uyuyan kişiden ayrı, onun dışından kaynaklandığı fikri zayıfladı. Ancak bu durum, Romantiklerin de daha sonraları keşfedeceği gibi, gücünü azaltmadı, -özellikle de korkutucu rüyalar konusunda. Henry Fuseli’nin 1781’de yaptığı “Kabus” tablosunda gösterdiği gibi kabus imajları gotik bir kurguyu takip ediyor ve o dönemin sanatını ateşliyordu.
Coleridge kabuslardan o kadar bezmişti ki, artık ev halkını rutin olarak çığlıklarıyla uyandırmaya başlamıştı. 1803 yılında yazdığı “Uykudaki Kederler” şiirinde “Neden?” diye sordu. Gördüğü rüyalar, arzu ve tiksinmeyle, kendi içindeki anlaşılmaz cehennemle mi zehirlenmişti? Yaşamlarının günah ile boyandığına inanlar bunun böyle olmasını bekliyor olabilir. O, şaşkın ve açıkça “neden?” diye sordu şiirinde.Bu soru, yaklaşık bir asır sonra Sigmund Freud rüyalar üzerinde araştırmalar yapmaya başladığında yanıt buldu. Freud’un radikal iddiası, en korkutucu rüyalarımızın bile aslında bizlerin birer dileği ve isteği olduğuydu. Bilinç düzeyindeyken arzuladıklarımız ne kadar tehlikeli ve zor gelirse, geceleyin görülen rüyalar da aynı oranda tuhaf ve korkutucu oluyordu. “Rüyalar bilinçaltına giden kral yoludur.”diyerek de sonuca bağlamış oldu.
Rüyaların günışığında kavramakta zorlanılan gerçekleri ortaya çıkardığı fikri, en güncel rüya tartışmalarını destekler nitelikte. Cinsellikle dolu teorileri, rüyaları 20. yüzyıl kültürünün merkezine taşıdı. Dali, Miro, Magritte’in çılgın ifade sanatları ve sürrealistlerin yazdıkları, gerçek insan deneyimlerini açığa çıkarmak için rüya imajlarını kullandı. Freud yüzyıllar süren bir tartışmayı susturmamış,tam tersine alevlendirmişti. Rüyaların ne anlama geldiği insan tarihinin belki de en eski ve en sürekli sorularından biri. Ancak Dallas’taki basit bağlantıda olduğunun aksine henüz sonu gelmedi. Rüya tarihi en nihayetinde geçmişteki uzun süre önce ölmüş rüya gören kişilere olan yakınlığımızın – aynı zamanda uzaklığımızın da- ölçüsünü örneklemekte.
Jack Kerouac’ın da dediği gibi; “Tüm insanlar aslında aynı zamanda birer rüya canlılarıdır. Rüyalar tüm insanlığı birbirine bağlar.” (“All human beings are also dream beings. Dreaming ties all mankind together”)
Yazar: Atlas AYDINOĞLU