İpek Duben, ‘70- sergisi kapsamında erken dönem işleri ve mürekkebin yüzeyle ilk temasından resmin bitiş anına uzanan üretim yaklaşımını anlattı.

Nergis Kalkan

İpek Dubenin 1970lerde başlayan erken çizimlerini odağına alan “’70-” adlı kişisel sergisi, 22 Kasım 2025-3 Ocak 2026 tarihleri arasında Galeristte izleyiciyle buluşuyor. Sergi vesilesiyle bir araya geldiğimiz Duben, mürekkebin yüzeye ilk temasından jestin belirleyici anına uzanan üretim yaklaşımını ve uzun yıllara yayılan pratiğinin temel dinamiklerini paylaştı…

Bir mürekkep damlası düştüğü anda problem başlar” diyorsunuz. Bu ilk temasın sizin için neden bu kadar kritik olduğunu nasıl açıklarsınız?

Yaratılan espasın farkında olmanız lazım ki onu manipüle edebilesiniz. O nokta dümdüz yüzeyi harekete geçiriyor. Yani hareketin başladığı an o.

70- sergisindeki erken dönem mürekkep lekelerinde pigmentin kağıdın dokusuna yayılıp kendi hacmini oluşturduğunu, başka işlerde ise jestlerin daha ön planda olduğunu hissediyoruz. Malzemenin özerk davranışları üretim sürecinizi nasıl etkiliyor? Siz mi malzemeyi yönlendiriyorsunuz, yoksa malzeme mi sizi? 

Buruşuk işlerde lekelerin nasıl dağıldığı önemli oluyor, orada biraz da tesadüfleri kontrol etmeye çalışıyorsunuz. Bunlar dışında birçok desenimde jest önemli, yani, kolun ve elin jestinde hareket ve enerji akımı var. Kolajlar biraz daha farklı; hareket ve enerji mekanın planer parçalanması ve leke alanları ile oluşuyor, boşluğu parçalayıp katmanlı mekanlar yaratıyorum.

Bir jestin doğru” olduğuna nasıl karar veriyorsunuz? Figürlerin kollarının çerçeveyi aşma isteği serginin önemli imgelerinden biri. Bu taşma” hali sizin için biçimsel bir karar mı?

Anlamla ilgili bir nosyon var. Örneğin, Suspended gibi işlerde, yine kolaj ve jestüel boyama var ama komposizyon ve figüratif elemanlarla oluşan bir hikaye, kavram, içerik var. Kompozisyonun çerçeveden taşması mesela, hareketin sürekliliği, devamı ile ilgili, yani zaman kavramı işin içine giriyor. Tuval veya kağıt, ne olursa olsun, sizinle konuşuyor; size geri dönüyor. Bunlar mimetik çalışmalar değil. Resim oluşurken malzeme, çizim, formlar, ve ifade etmek istediğim fikir var, inisiyatifler var, duyular var… Benim için resimin içindeki gerilim, enerji çok önemli. Koyduğum bir leke, bir çizgi, bir figür o enerjiyi nasıl etkiliyor? Öldürüyorsa, benim için çok kötü; bu durumda onu ya kaldırıyorum ya değiştiriyorum. Bir elemanı silerken veya değiştirirken tuvalin geri kalan kısmındaki bütün elemanlar, çizgiler, lekeler, kompozisyonun kendisi, mekanlar beni denetliyor. Yani, bir dil yaratıyorsunuz. Kelime kelime, cümle cümle oluşturduğunuz bir paragraf veya bir hikaye. Bu, o ilk noktayla başlıyor daha sonra komplike bir hale geliyor. Ama her bir aşamasında tesadüflere açık olmak gerekiyor.

Ben resimlerimde uzun süre çalışırım, hatta yıllar sonra geri dönüp çalıştığım işlerim var. Bu sergideki çalışmaların pek çoğu anlık işler. Onları yaparken öğrendiklerim beni kariyerim boyunca yönlendirmiştir, temel oluşturmuştur.

Bir çalışmanızın sergileneceğine mi yoksa arşivde mi kalacağına nasıl karar veriyorsunuz?

Sergileyeyim veya sergilemeyeyim diye düşünmüyorum, bir iş bitince bitiyor. Bazen yeterince bitti diye sergiliyorum, yıllar sonra bakıyorum,  Ben bunu daha iyi bir yere getirebilirim” diyorum. Onun için bazı işlerin tarihi 2012-2018 mesela. Ama bitmesi ve bitmemesi konusunda işin kendisi konuşuyor.

Peki, bir işin bittiğine nasıl karar veriyorsunuz?

Bu, akıl ve duygu ile birlikte ortaya çıkan bir şey. Yani, Evet, doğru hissediyorum, istediğim anlamı ifade ediyor, yerine oturmuş” diyorum, “Resim olarak da çalışıyor” diyorum. Çalışıyor ne demek? Dengeler çalışıyor; negatifler, pozitifler, giden ve gelen enerjiler çalışıyor.

Tuvalin her bir köşesinde bir hareket var, bir şey taştığı zaman doğru taşması lazım. O taşmada hareketin, gözünüzde sürekliliği olabiliyor. Mesela, bir figür eğer tuvali aşıyor gibi gözüküyorsa o zaten filmatik bir iştir, orada akış vardır, zaman ve hareket vardır.

‘Farah Aksoy ve Amira Arzık, İşlerimi Çok İyi Okuyor’

70- sergisindeki izleyicilerin bir okuma” eylemi gerçekleştirmesini bekliyor musunuz?

Serginin kurgusunda, akışında bir anlam var, o da zaten küratörün işi: Sanatçının işten işe hareketini, düşüncesini, evrimini, gelişimini, olgunlaşmasını veya açılımını küratörün anlaması gerekir. Serginin küratörleri Farah Aksoy ve Amira Arzık, benim işlerimi çok iyi okuyorlar. “Nereden gelip nerelere doğru gidiyorum”u ben onlara anlatmıyorum, onlar işlerime bakıp, seçerek bunu anlatıyorlar. Seyirciyi de yönlendiriyoruz tabii o şekilde.

Resim aslında bir dildir, sanat bir dildir. Üslup dediğimiz şey, kolajıyla, jestüel dokunuşuyla, akan boyalarıyla, malzemesiyle dilsel enstrümanları oluşturur. İş sanatçının dünya görüşünü yansıtır. Benim de bir dünya görüşüm var, hissediş şeklim var. İşlerimin tümü diyebilirim, dünya görüşümle çok paraleldir. İşin anlamını hissetmeniz lazım, bir kalp atışı gibi.

’55 Sene Önce Yaptığım İşlere Gittik’

Bu sergi için küratörlerle nasıl bir iş birliğiniz oldu? Dahil olduğunuz bir süreç miydi?

Bütün odaları Farah Aksoy ve Amira Arzık hazırladı, ben hiç karışmadım. Ama sarkıtılan işler zor oldu, orada fikir teatisinde bulunduk. Çok sayıda aynı tip iş var, seyircinin ambale olmaması lazım. Her iş için alan yaratılması lazım ki siz o işi görebilesiniz, yanındaki iş onu yemesin. İşleri sarkıtmak onların fikriydi, ama birlikte konuşarak karar alındı. Küratörler de bir tasarımcı ile birlikte çalıştılar. Ben sadece sonucu onayladım. Açıkçası, karışmam gerektiğini düşündüğüm bir küratör ile çalışmam çünkü bu kolay bir iş değil. Onların bildiği, benim bilmediğim bir takım şeyler var.

Farah Aksoy ve Amira Arzık ile sergiden önce birçok toplantı yaptık; maketler üstünde çalıştılar, alternatifleri bana gösterdiler. Uzun uzun konuştuk, ama okumaları çok doğruydu. 55 yıl önce yaptığım işlere geri döndük, geçen çok uzun bir süreç. Sonuç olarak yıllarca önce yaptığım ve bir daha hiç bakmadığım işlerimi ilk kez görüyormuşum gibi hissettim. Bunları sergilemenin benim için tehlikeli olabileceğini de düşündüm ama çok ilginç bir süreç yaşadım, sanat serüvenimi keşfettim. Yaptığım zaman hiç fark etmediğim ama dersimi çok iyi almış olduğumu gördüm.

‘Analitik Düşündükçe Kendinizi Didik Didik Edebiliyorsunuz’

Çalışmalarınızın geneline bakıldığında kendi beden imgelerinizin izlerini görüyoruz. Kendinizi çizerken bedeninizle aranızdaki ilişki nasıl değişiyor? Aynı anda hem özne hem nesne olmak nasıl bir deneyim?

Resimlerimde kendi bedenimi ve suratımı kullandım ama bu imgelerin zaman içinde anlamları değişti. Çıplak beden fotoğraflarımı ilk kez kullandığım “İzler” serisinden itibaren ve özellikle “Manuscript 1994” işimde kendimi daha çok özne gibi hissediyordum. Bu iş aslında otobiyografik bir çalışmadır. Ama daha sonra bedenin temsiliyeti nesneleşiyor, “Suspended” serisinde beden simgeleşiyor, toplumsal bir bedene dönüşüyor. Her iki işte aynı bedeni kullandığım halde anlamları farklı.

“Bu eğitimi almasaydım da yine benzer işler çıkarırdım” diyor musunuz?

Lisans ve doktora eğitimim bildiğin gibi felsefe ve sosyal ve siyasi bilimler alanındaydı. Bu eğitim sürecini kastediyorsan eğer, tabii ki böyle bir eğitimden geçen bir insanın rasyonel ve analitik düşünme kabiliyeti gelişiyor. Analitik düşünce kendi kimliğinize döndüğü zaman dediğin gibi kendini didik didik edebiliyorsun. Ama bunu yapmak ister misin? Zor ve acılı bir süreç. Benim işimin özünde bu var: Başlangıçta acımasız bir kişisel analiz. Eserlerimin hepsinde amaçladığım şey, birçok sosyal problemler konusunda farkındalık yaratmak, seyirci izin verdiği ölçüde bilincini sorgulatmak, onu düşünmeye yöneltmek. 1981-82 yıllarında “Şerife” ile başlayan bu yaklaşım, daha sonra kendi kimliğim üzerinden, giderek “What is a Turk?” te (2003-2004) olduğu gibi milli kimlik, “Onlar/They” video enstalasyonunda (2015) Türkiye’deki çeşitli etnik kimliklerin hikayeleri, gerçekleri etrafında devam etti. Aile içi şiddet, kadın ve namus cinayetlerini seyirciye yaşatan “LoveBook” ve “LoveGame” (2001) işleri bu çizgide oluştu. Akademik eğitim sürecini kapsayan yılları sanat kariyerim açısından ‘kaybedilmiş’ yıllar olarak görebilirdim ama belki o eğitim olmadan gözlem ve analiz kabiliyetimi derinleştiremezdim. Sosyal, toplumsal, siyasi eleştirilerin yüzeysel olmaması gerekiyor. Zor oldu ama “İyi ki okumuşum” diyorum.

Kendime zihinsel olarak güvenmeyi öğrenmiş olmasaydım genç bir sanatçı olarak 1970l’er ve 1980’li yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi çevrelerinde olmayan biri olarak bu gücü kendimde bulamazdım.

Zihinsel olarak kendine güven”, analitik düşünmeyi geliştirmek ile paralel mi sizce?

Aynen öyle. Eleştirel düşünmek çok önemli, eleştiriden korkmamak şart. Eleştiri birini veya bir işi yermek kötülemek anlamı taşımıyor. Batı literatüründe eleştiri “critical thinking” anlamında incelemek, analiz etmek demektir. Bunu yapamadığımız zaman gerçeği çözmekte çok zorlanırız; problemi anlamak yerine meseleyi kişiselleştirerek veya söylentilere inanmayı tercih ederek karanlıkta yürümeyi sürdürürüz…